Son Videolar

İnsanı Harekete Geçiren Etkenler(Muharrikûn)



Gönderdiği kitabıyla ölmüş kalpleri dirilten ve duranları harekete geçiren Allah’a hamd; vahiyle ve muhabbetullah ile harekete geçen Rasulüne salât-u selam; hareketsizleşmiş Müslümanları canlandırmaya ve hareketlendirmeye gayret eden kardeşlerime selam ile…
Kıymetli Kardeşlerim! 1992 yılının sonbaharında Mısır’a gittikten birkaç ay sonra 22.01.1993 tarihinde Türkiye’deki arkadaşlarıma bir mektup yazmış ve kafamı meşgul eden önemli bir konu ile ilgili tespitlerimi onlarla paylaşmıştım. Çözümlemeye çalıştığım mesele ümmetimizin dirilişinin gerçekleşmesi ve bizim yeniden harekete geçebilmemiz için ihtiyacımız olan muharriklerin neler olduğu idi. Yani vicdanları harekete geçirecek, onları pasiflikten kurtaracak, oturanları yürütecek, yürüyenleri koşturacak olan manevî etkenler (âmiller)in neler olduğunu tespit etmeye çalışıyordum.
 Ümmetimizi gerileten hatta darmadağın eden sebepleri tespit edip ona göre çözüm yollarını bulmak doğru tedavî için ne kadar önemliyse vicdanları harekete geçirecek muharrikleri tespit etmek de o kadar önemlidir. Çünkü kurtuluş reçetesini bulmuş olsak bile her biri birer manevî motor hükmünde olan bu muharrikler olmadan harekete geçmek ve o reçeteyi uygulamak mümkün olmayacaktır. Bu muharriklerden o zaman için 6 tanesini tespit etmiş ve o mektupta 3 tanesini yazabilmiştim. Geri kalanını sonraya bırakmıştım ama onları daha sonra yazmak kısmet olmamıştı.
 Mektupta kullandığım üslup eskilerin üslubudur. Her ne kadar bu çağın insanı olsam ve bu okullarda okumuş olsam da eskilerin üslubu daha çok hoşuma gider. O üslubu daha tatlı, daha samimî ve daha etkili buluyorum. Ama o üslubu yakalayabilmek her zaman kolay olmamakta, bunu başarabilmek sâkin bir ortam ve sâkin bir kafa gerektirmektedir. Her ikisi de benim için o kadar zor ki… O zaman tamamlayamadığım konuyu şimdi tamamlayabilecek miyim bilmiyorum ama hiç olmazsa yazmış olduklarımı ve yazabileceklerimi sizinle paylaşmak istiyorum. O zaman 6 tanesini tespit edebildiğim muharriklere zamanla yenilerini ekledim ve sayısı 10’u geçti. Sırayla başlayalım.
Suâl: Gerek dünyevî gerekse uhrevî meselelerde Ümmet-i Muhammed’de görülen gevşekliğin ve pasifliğin çözümü nedir? Nasıl harekete geçebiliriz?
El-cevab: Bir aracın harekete geçmesi nasıl ki motorunun olmasına ve o motorun sağlıklı çalışmasına bağlı ise hareketsizleşmiş bir ümmeti ya da insanları harekete geçirmek de manevî birer motor olan muharriklere sahip olmalarına ve bu muharriklerin güçlü ve sağlıklı olmasına bağlıdır.
Bu muharrikler ise;
1- ÜMİT: İnsanın yaptığı işe sarılması o işin olacağından ümitvâr olmasına bağlı olduğu gibi ümitsizlik içinde olması da o işe sarılmamasına sebeptir. Üç asır önce batıyı canlandıran, istikbâlden ümitvâr olması ve bizi çökerten ise geleceği karanlık görmek ve ümitsizliğe (ye’se) kapılmaktı.
Batıyı o dönemde ümitli ve canlı kılan;
a. Dünya siyasetine ve teknolojiye hâkim olmaya başlaması      
b. Her elini attığı işte yanında dayanacağı kuvvetli bir nokta-i istinad olan güçlü devletini bulabilmesi
c. Rakibinin yani Ümmet-i Muhammed’in zayıflamaya başlaması idi.
Bizi ye’se düşüren sebeplerin önemlileri ise 3 tanedir;
a. Kendimize çok büyük ve uzak bir hedefi hedef olarak seçmiş olmamız ki o da İslam’ın dünya hâkimiyetidir. Hâlbuki ne bu kadar büyük bir hedefi gerçekleştirecek eğitimden geçmişiz ne o kadar büyük maddî imkânlara ve kadroya sahibiz ne de ömrümüz o kadar uzundur.
b. Bizi ye’se düşüren 2. sebep; küfür dünyasının çok güçlü, İslam âleminin ise zayıf olmasıdır. Öyle ki, belki onlarla aramızda iki asır fark var gibi görünüyor.
c. Bizi ye’se düşüren 3. sebep ise insanın aceleden yaratılmış olması hasebiyle aceleci olmamız. Hâlbuki yol uzundur. Aceleci olan insanın yolun uzunluğunu görünce ye’se kapılması normaldir.
Bizi bu ye’sden kurtaracak olan çareler de üçtür:
a. Ye’se düşüren birinci sebebin çaresi; gayeyi hedefin önüne geçirmektir. Gayemiz Allah Azze ve Celle’nin rızâsını kazanmak, hedefimiz ise tüm dünyada İslam’ın hâkimiyetini gerçekleştirmektir. Asıl olan gayeye ulaşmak olduğuna göre hedefe ulaşılamasa bile ümitsizleşilmemeli, moraller bozulmamalı ve mücadeleye devam edilmelidir. Çünkü hedefe ulaşılamasa bile gayeye ulaşılmakta ve Allah’ın rızâsı ve cennet kazanılmış olmaktadır.  Gayeyi unutup sadece hedefi düşünen ve ona varmanın zorluğunu görünce morali bozulup bırakan İslâmî hareketin mensuplarının moral ile ciddi hizmet edememelerinin birkaç önemli sebebinden biri de bu gizli ama önemli hatadır.
Hedef de kısa, orta ve uzun vâdeli hedef olarak tasnif edilmeli ve öncelikle kısa ve orta vâdeli hedef, hedef edinilmelidir. Kısa vâdeli hedefimiz önce kendi nefsimizde ve yakın çevremizde inkılâplar gerçekleştirmek, sağlam ve büyük bir cemaat meydana getirmek; orta vâdeli hedefimiz ülkemizde İslam Medeniyetini kurmak; uzun vâdeli hedefimiz ise tüm dünyada İslam’ı hâkim kılmaktır. Orta ve uzun vâdeli hedefe ulaşmak çok zor olsa da en azından kısa vâdeli hedef çalışırsak mümkündür. O halde ümitsizliğe gerek yoktur.
Şeytanın bizi ye’se düşürmek için sürekli aklımıza getirdiği bu vesveseden kurtulmanın bir çaresi de “hedefi, hedefe varmak” olmaktan çıkarıp “hedef yolunda yürümek” ve onun yolunda yürürken ölümün bize kavuşmasını hedef haline getirmektir. Topal karınca gibi ki hacca gitmek için yola çıktığında “bu ayakla kavuşamazsın” denilmiş de o da cevaben: “Olsun bu yolda ölmüş olurum” demiş.
b. Bizi ye’se düşüren ikinci sebep olan küfür dünyasının güçlü, İslam aleminin ise zayıf olmasına gelince;
Ey karamsarlık bataklığına düşmüş kişi bil ki: Allah Celle Celâluhu; “Nice az topluluk nice çok topluluğu yenmiştir”1 buyuruyor. Maksat sadece sayı azlığı değil, aynı zamanda silah ve teknoloji azlığıdır. Mademki Müslümansın bu ayete inanmalısın. Dersen ki inandım ama kalbim mutmaîn olmuyor, o zaman tarihi oku, mutmaîn olursun. Tarihi okuduğunda nice güçlü dünya devletlerinin ve imparatorlukların çöktüğünü ve nice zayıf toplulukların büyük devletler haline geldiğini görürsün.
Bil ki; Batı manen çökmüştür ve tarih ispatlıyor ki manevî çöküntünün ardından maddî çöküntü gelmektedir. Batının maddî çöküntüsünün alametleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Ama nasıl ki küçük bir kayık iki üç dakika gibi kısa bir sürede battığı halde dev bir geminin batması bazen bir ay sürer. Avrupa büyüklüğünde bir geminin batması ise elbette ki beş altı senede olmayacaktır. Osmanlı gibi ki batması, ilk su almaya başladığı günden itibaren iki-üç asır sürmüştü. Namazının kılınması bile belki yirmi otuz seneden fazla sürdü. Ama sen ümitsizliği bırakıp çalışır ve batmamak için İslam âlemini daha fazla sömürmeye mecbur olan ve hasta bir vampire ve ahtapota benzeyen Avrupa ve Amerika’nın kollarını kesersen sana tutunamayacak ve hızla batacaktır.
Ey ye’s içindeki kardeşim bil ki; şu anda biz ümidi yaşıyoruz, onlar ise korkuyu yaşıyorlar. Çünkü üç asırdır uyuttukları Ümmet-i Muhammed, Ashab-ı Kehf’in uyanması gibi üç asır sonra uyanmış, dünya hâkimiyetine hazırlanmakta; Batı ise kurduğu iğrenç medeniyetinin iğrençliğini görerek kendinden tiksinmiş ve kısa süren dünya hâkimiyetinin ve zevk-i sefalarının biteceğinden korkmaya başlamıştır. Öyleyse ümitvâr ol ve üstad Bediüzzaman’a rüyasında bir evliyaullah meclisi tarafından söylenen “Evet ümitvâr olunuz, şu istikbâl inkılapları içinde, en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır!...” müjdesine sen de benim gibi ayne’l yakîn iman et ve ye’sin soğuk duvarlarını parçala, Batı’nın suratına çarp!
Yavaş yavaş ümitlenmeye, cesaretlenmeye ve ye’si parçalamaya başlamış olan kardeşim bil ki; Batı ile aramızdaki mesafenin çok olması sakın seni üzmesin ve korkutmasın. Bilmiyorsan bil, dünyada ‘Bast-ı Zaman’ var. Yani ALLAH Azze ve Celle dilediği kullarının zamanını genişletir ve az zamanda çok iş yaptırır. Bazı evliyanın bir dakikada bir günlük iş gördüğü, bazılarının bir dakikada bir Hatme-i Kur’aniyye’yi okumuş oldukları, Zeynel Abidin gibi bir zâtın savaşın ve siyasetin yoğun olduğu günlerde bir günde bin rekât namaz kıldığı rivayet olunmuş ve Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in binlerce yıllık yolu miraçta bir anda almış olması gösterir ki Allah  Azze ve Celle bizden râzı olunca bize az zamanda çok mesafe aldıracak ve 200 senelik yolu inşallah belki 20 belki 30 senede alacağız.
Bast-ı Zaman’ı anlamadıysan her gün görmekte olduğun rüyâyı düşün. Senin rüyânda gezdiğin ve gittiğin birbirinden uzak yerlere gidebilmek için belki haftalar, belki aylara ihtiyacın olduğu halde birkaç saniyelik rüyâda buralara gidebilmen ve o kadar olayların birkaç saniyeye sıkışması Bast-ı Zaman’ın olduğunun bir delilidir.
Ey Allah’tan ümidini kesmediğini iddia eden kişi bil ki; ümit kişiyi harekete geçirir, canlı kılar. Seni pasiflikten kurtarmayan ve harekete geçirmeyen ümit, ümit değildir.
Mektubun devamını bir sonraki sayıda paylaşmak dileğiyle… Allah’a emanet olun.
1. Bakara, 249


“İslam Devleti İçin Çalışmaya Gerek Yok” MU?


İngiltere’de İngilizce ve Arapça olarak yayın yapan ve Türkçe karşılığı “Ortadoğu” olan Şarku’l Evsat Gazetesi Fethullah Gülen’le röportaj yaptı. Muhterem Alparslan Kuytul Hocaefendi, kendisine bu röportajla ilgili görüşünün sorulması üzerine Fethullah Gülen’in ifadelerini bizzat gazeteden okuyarak şu açıklamalarda bulundu:
 “O röportajda, Fethullah Gülen’in dine, demokrasiye ve laikliğe nasıl baktığıyla ilgili önemli ipuçları var. Fethullah Hoca: “Camia dinden ilham alan bir camia olmakla birlikte projeleri makul ve evrensel insanî değerlerle tamamen uyumludur” diyerek, dinden sadece ilham aldığını ama asıl olanın insanî değerler olduğunu ifade ediyor. Bu ifadeler dine göre bir cemaat olmadıklarını dinden sadece ilham alan bir cemaat olduklarını gösteriyor. Zaten daha önce de İslamî değil insanî bir hareket olduklarını kendi yetkilileri ifade etmişlerdi. Hâlbuki Peygamberler insanî değil İslamî bir hareket ortaya koymuşlardır.
Fethullah Gülen; “Demokrasiden geri dönülmemesini savunmak, devlet gücünü kullanarak baskı ve cebir ile bireyleri, toplumları dönüştürmeye onlara din empoze etmeye itiraz etmek görüşleri etrafında toplanmış bir camia olduklarını” ve dine politik bir ideoloji olarak bakılmasının her zaman karşısında olduğunu söylemektedir. Yani bu ifadeye göre İslam devleti olursa dini empoze etmiş oluruz, bu yüzden “buna karşıyız” diyor.
Fethullah Hoca, Müslümanları dini siyasete alet etmekle itham eden sistem gibi konuşmaktadir.
 Röportajın devamında; “Vatandaşlarına kendi dinlerini serbestçe yaşama hakkını veren bir demokraside, fertler kendi inanç ve değerlerini hayatlarına yansıtırlar, demokratik prensipler ve evrensel insan hakları ve hürriyetleri çerçevesinde inançlarına uygun seçimler yapar ve kendilerini temsil edenlere fikirlerini ifade ederler. Bunu seçimlerde oy kullanarak yaptıkları gibi diğer demokratik haklarını kullanarak da hem bireysel olarak hem de sivil toplum çatısı altında onların icraatı ile ilgili kanaatlerini ifade ederler” diyor. Yani insanlar demokraside fikirlerini ifade edebiliyorlarsa başka bir şeye ihtiyaç yok, sorun da yok demiş oluyor. Röportajın devamında; “Şunu net bir şekilde ifade etmek istiyorum ki eğer insanlar bir ülkede dinlerini-diyanetlerini serbest bir şekilde yaşayabiliyorsa, onun kurumlarını kurabiliyorlar,çocuklarına ve isteyen başkalarına dinlerini öğretebiliyorlar, dinleri ile ilgili kamusal alanlarda konuşabiliyor, dini taleplerini hukuka ve demokrasiye uygun bir şekilde dile getirebiliyorlarsa;  bu insanların dinî ya da İslamî bir devlet kurmaya çalışmalarına gerek yoktur” diyor. Fethullah Gülen: “Bireylerin şahsî, sosyal ve siyasî işlerde fikirlerini serbestçe dile getirip uygulayacağı bir ülke İslam’a uygun bir ülkedir. Bireysel olarak eğer yaşayabiliyorsanız, o ülke İslam’a uygundur” demektedir. Yani İslam’ın toplumsal boyutunu tamamen yok sayıyor, sanki İslam bir tek fert ve Allah arasında bir inanç. Sanki İslam’ın toplumla ve devletle ilgili hiçbir hükmü, kanunu yok.
İşte mesele burada netleşiyor! Fethullah Gülen bu ifadeleriyle demokrasi varsa ‘İslam devletine gerek olmadığını’ söylemiş olmaktadır. Demokratik bir sistemde insanlar dinlerini yaşıyorsa o zaman İslam devleti kurma çalışmalarına gerek yoktur demektedir. Bunu söyleyen hoca olmasa ‘bilmiyor’ diye düşünebiliriz ama bunu bilmemesi mümkün değil!
O da çok iyi bilir ki; Kur’an’ın namaz ve oruç gibi fert için olan emirleri olduğu gibi toplum ve devletle ilgili emirleri de vardır. Mesela; Haramlara engel olmak!
 Allah Celle Celaluhu haramları kaldırmayı emretmektedir. Buna ancak devletin gücü yeter. Demek ki Kur’an’ın bazı emirleri de var ki İslam devleti olmadan gerçekleştirilemez.
İslam’ın tüm emirleri ferdî değildir. Fethullah Hoca din olarak yalnızca namazı, orucu, ahlâkı anladığı için ona göre tüm emirler bireysel. Böyle anlarsanız elbette ki dini fert olarak yaşayabilir ve “Demokrasilerde dininizi yaşayın, ayrı bir İslam devleti kurmaya çalışmayın!” diyebilirsiniz. Ama bu nasıl bir din anlayışıdır?
İslam’ da haramları kaldırma (nehy-i ani’l münker) vardır. Peygamberimiz bulunduğu toplumda haramlara müsaade ediyor muydu? Tarih boyunca atalarımız haramlara müsaade etti mi? Müslümanların ülkesinde içki fabrikası, zina evleri, kumarhaneler, faizli bankalar olamaz. Bunlar dinin içinde yer alan hükümlerdir. Efendimiz  de bunları kaldırdı. Bunları kaldırmazsanız dinin o emirlerini yaşamış olmazsınız. Sanki demokrasilerde dini tamamen yaşamak mümkünmüş gibi anlatılıyor. Fakat bu asla mümkün değildir. Alış-verişten faize, nikâh ve talaktan cezalara kadar Kur’an’ın koymuş olduğu İslam devletini gerektiren hükümler var. Bunlar, devlet ancak İslam devleti olursa yaşanabilecek hükümlerdir ve laik devlette bu hükümleri yaşamak mümkün değildir!
Bu ifadeleri kullananlar İslam Medeniyeti anlayışını tamamen terk etmiş, demokrasiyi İslam’a uygun bir sistem olarak gören ve “dininizi ifade etmeniz ve bir takım şekilsel ibadetleri yapmanız mümkün oluyorsa başka bir şey istemenize gerek yok” diye düşünen kimselerdir. Yani bu ifadelerle Müslümanlar uyutuluyor ve sisteme entegre ediliyor. Bu şekilde sisteme karşı olmaları engelleniyor. Bu ifadelerle acaba kimlerin ekmeğine yağ sürülüyor. İşte bu Ilımlı İslam’dır! Devletle, demokrasi ile sistemle barışık olanları, İslam medeniyetini düşünmeyenleri, bunu gereksiz bulanları… İşte böylelerini güçlendirdiler. İşte kıymetli kardeşlerim! Bu camianın İran düşmanlığı da bundan kaynaklanıyor. Çünkü İslam devletini istemiyorlar. Belki İran düşmanlığı Şii olmalarındandır diyeceksiniz fakat sebep Şiilik değil. Mısır’daki İhvan-ı Müslimin sünnidir. Silahlı bir hareket de değildir ve kimseyi de öldürmemektedir ve buna rağmen onları da sevmezler. Çünkü İhvan-ı Müslimin de İslam devleti taraftarıdır ve laikliği kabul etmeyen bir cemaattir. 
Cemaatlerin arasındaki fark da budur. İslam devleti şart mı yoksa  değil mi? Onlar zulmedebilirler diye Müslümanlar, İslam devleti anlayışını bırakmalı mı? Özgürlüklerimiz daha da kısıtlanabilir diye Müslümanlar onların sistemini kabul mü etmeli? Zaten silahla ihtilal yapalım diyen yok. Ama özellikle İslam devletine gerek yoktur anlayışı neden verilmek isteniyor? Neden bizdeki bu anlayış öldürülmeye çalışılıyor? Çünkü böylece İslamî hareketi tamamen bitirmek istiyorlar. Laiklikle İslam’ın tamamen aynı olduğunu, laikliğin İslam’a uygun olduğunu, İslam kanunlarının yürürlükte olmasının şart olmadığını söyleyerek İslam toplumunda pavyon da olur, cami de olur demeye getiriyorlar. İslam bunu kabul etmez, İslam haramlara müsaade etmez. Tamamen sistemin istediği konuşmalardır bunlar.
Fethullah Gülen röportajın devamında; “Zaten, idareyi zorla ele geçirip, insanları onun zoru ile dindar yaptığınız ülkelerde, insanları münafıklaştırır ve devlete mürailik yapan parazitler haline getirirsiniz” diyerek bir de İslam devletinin olmasının zararından bahsediyor. Peygamberimiz zamanında da münafıklar vardı. Peygamberimiz İslam devletini kurunca onlar münafık olmak zorunda kaldılar. Peygamberimiz hata mı etti acaba? Onlar  münafık olacak diye biz İslam devletinden vaz mı geçmeliyiz? ’ Münafık her zaman olacaktır, demokraside de münafıklar vardır. Adam partiden olmadığı halde menfaatlerinden yararlanmak için o partiye giriyor, bunlar da demokrasinin münafıklarıdır. Çünkü demokrasi insanları o hale getirmektedir. O takdirde demokrasiye de karşı olmalısın, çünkü demokrasilerde münafık daha fazladır. Ayrıca bu ifadelerle “İslam devleti diye ortaya çıkarsanız demokrasi zarar görür, devlette buna karşı zulüm etmek zorunda kalır” demek istiyor. Bu durumda zulmeden devleti suçlayacağına, “İslam’ı istiyoruz” diyenleri suçlayıp “yapılacak zulme siz sebep olmuş olursunuz” demiş oluyor. ‘Demokrasi zarar görür’ ifadesiyle kraldan çok kralcı kesilmenin ne âlemi vardır. Demokrasi diyenler bile seçimle başa geçmediler, ihtilal yapıp zorla başa geçtiler ve padişahı zorla devirdiler. Demokrasi diyenler bile hedeflerine varabilmek için demokrasiyi çiğnediler. Sen Müslümansan demokrasiyi çiğnemekten değil, İslam’ı çiğnemekten korkmalısın!
Din, bütün hayatı içine alan kanunlardan oluşmaktadır. Dinin içinde ferdî ve toplumsal hükümler yer alır. Pavlus Hıristiyanlığın şeraitini iptal etmiş ve dini yalnızca ahlâkî hükümlerden ibaret hale getirmişti. Bugün de yapılmaya çalışılan şey, şeriatsız bir İslam meydana getirmek ve dinin hiçbir emri uygulanmadığı halde her şey gayet güzel gibi göstermeye çalışmaktır.
Fethullah Gülen; “Türkiye, eksikleri de olsa, bir manada 50’li yıllardan itibaren, kesintileriyle, demokrasiyle idare ediliyor. Demokrasi dünyanın yöneldiği bir sistemdir. Ülkemizde demokrasiye ilk geçiş, aynı zamanda halife de olan Osmanlı Sultanları zamanında 1876’da gerçekleşmiştir ve seçilmiş ilk meclisimizin 3’te biri gayr-i müslimlerden meydana gelmiştir” diyor.
Bu ifadelerle Türkiye’nin demokrasiye geçme sürecini bir marifetmiş gibi görüyor. Hâlbuki bundan dolayı koskoca Osmanlı yıkıldı. Ayrıca burada Osmanlı’nın yükseliş dönemini görmeyip çöküş dönemine mi bakmalı, onu mu örnek almalıyız? Peygamberimizin kurduğu devlette İslam hâkimdi. Ehl-i Kitap da kendi dinine göre yaşıyordu. 600’lü yıllardan 1876’ ya kadar böyle devam etti. 1250 yıllık yükseliş tarihini görmezden gelip ondan sonrasına bakıyor. O da bizim çöküş dönemimiz. Çöküş dönemimizi örnek alacağımıza yükseliş dönemimizi örnek almalıyız. İnsan Peygambere, O’nun hayatına, kurduğu devlete bakar.
Yine; “İslam’ı demokrasiye, demokrasiyi İslam’a zıt görmek yanlıştır” demektedir. Evet, bir iki yönü benziyor olabilir. Mesela; İslam’da fikir özgürlüğü var demokraside de var. Fakat İslam’daki fikir özgürlüğü sınırlıdır. Allah ve Rasulü bir şey demişse kimse buna karşılık başka bir şey söyleyemez. İslam’da fikir özgürlüğü Allah ve Rasulü’nün bir hüküm indirmediği meselelerde olabilir. Kur’an, Sünnet ve İcmâ’da o konu ile ilgili bir hüküm yoksa ilim adamları o konuda bir görüş ortaya koyabilirler. Demokrasi bir yönü ile İslam’a benziyorsa da bin yönü ile benzemez! Bisikletin de direksiyonu var uçağın da, bisikletinde tekeri var uçağın da. Bu, iki araç aynı demek midir? Demokrasilerde içki fabrikaları olur, zina evleri olur, kumarhaneler olur yani bütün haramlar olur! İslam ise bunlara müsaade etmez! Bunca zıtlık içinde nasıl İslam’la demokrasi uyumlu olur.
Fethullah Gülen; “Demokrasi; belki idare edenlerin onları intihap edenlere hesap vermesi itibariyle ve İslam’ın şer olarak gördüğü istibdadın zıddı olarak İslam’ın idareyle alâkâlı prensiplerine en uygun sistem olduğu söylenebilir” demektedir. Demokrasi İslam’a belki faşizmden, sosyalizmden daha uygun olabilir. Ama bundan önemlisi senin neden demokrasi hayranı olduğun ve neden İslam devleti anlayışını ortadan kaldırmaya çalıştığındır. Belki demokraside İslam’ı yaşamak daha kolay olabilir, belki verilen haklar daha fazla olabilir, bu yönü ile sosyalizmden daha üstün olabilir ama bu İslam’la aynı demek değildir. Neden İslam’ın kendisini istemeyip, ona diğerlerinden daha yakın olanı, biraz daha fazla özgürlük vereni savunuyorsun? Neden demokrasinin İslam’a uymayan noktalarını söylemiyorsunuz?
Fethullah Gülen; “Bir ülkede, insanlar, hangi sistem olursa olsun, düşünce ve inançlarını özgürce ifade edebiliyor, dinlerini yasayabiliyor, mülk edinme gibi özgürlüklerine sahiplerse, Müslümanların ve diğer din sahiplerinin o ülkenin rejimini değiştirme gibi bir görevleri yoktur. Yalnızca Türkiye’de değil, tüm İslam ülkelerinde daha doğrusu Müslümanların yoğunlukta yaşadığı topraklarda demokrasi ile İslam’ın barışık bir şekilde yaşayabileceğini düşünüyorum.” demektedir. Demokrasi dediği şey aslında tamamen laiklik ve aslında laikliği öğretiyor. Hâlbuki bugün haramlar çoğalmış ve dünya ahlaksızlıktan inim, inim inlemektedir. Hâkim, polis ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Bütün bunlara rağmen demokrasiler de hiçbir sorun yokmuş gibi gösterilmektedir.
Fethullah Gülen: “Demokrasi bugün itibari ile insanlığın ortak bir örfüne mazhar olmaya doğru ilerliyor. Dindarlar, sivil toplum kuruluşları vasıtası ile dinlerini yaşama, uygulama, temsil etme ve hatta anlatma ve öğretme imkânına AB standartlarındaki rejimlerde sahiptirler. Asıl olan birey ve sivil toplum seviyesinde dini değerlerimizi yaşamak ve temsil etmektir.” demektedir. Yani Devlet olarak, toplum olarak değil, fert olarak dini yaşamak yeterlidir! Bu hangi İslam? Bu Allah’ın gönderdiği İslam değil. Bu Amerika’nın istediği bir İslam, İsrail’in istediği İslam, bu ılımlı İslam!
Fethullah Gülen: “Dinin yüzde 98’i; maneviyat, ruhaniyet, ahlâk, ahiret, kulluk, ibadet, kemâlât, hoşgörü, temsil, sevdirme, müjdeleme olduğu şeklinde özetlenebilir” demektedir. Yani dinin kanun kısmı yok devlet ile ilgili kısmı yok. Dinin yüzde 98’i bunlardan oluştuğuna göre “yüzde 98’i yaptınız da yüzde 2’si mi kaldı? mı demek istiyor? Yani bunları yapın yüzde 2’lik kısmı olmasa da olur demek istemektedir. Hâlbuki demokraside başörtüsüne daha yeni izin verildi ve hâlâ normal ortaokul ve liselerde yasaktır. Ramazan El Bûtî bir kitabında der ki: “İbadetleri istisna ederseniz dinin üçte ikisi devletle ilgilidir.” Yani yüzde ikisi değil. Ayrıca bir insanın eli ve ayağı vücudunun yarısını teşkil eder ve mesela onlar kesilse insan ölmez ama kalp belki yarım kilo gelmediği halde onu çıkarırsanız insan ölür. Yani yaptığı görev önemlidir. İşte aynen öyle dinin yüzde 2’si devletle ilgili değil, çok daha fazlası devletle ilgilidir ama yüzde 1 bile olsaydı o yüzde 1, vücuttaki kalp hükmündedir. Yani devlet İslam devleti olmadığında diğer hükümler de yaşamamaktadır.
Fethullah Gülen: “Hizmet toplumsal dönüşüm hedefi ile hareket etmez, bireysel dönüşüm çabası vardır. Bizim çabalarımızda dönüşüm fertte başlar, fertte biter” demektedir. Yani toplumu değiştirmeye çalışmıyoruz demek istiyor. Hâlbuki Peygamberimiz toplumu değiştirmeye gelmiş, hatta dünyayı değiştirmiştir. Bu anlayış ise bize ‘kendinizi değiştirin, toplumu değiştirmeye çalışmayın’ diyor.
Fethullah Gülen: “İyi vatandaşlar, fedakâr fertler yetiştirebilirsek bunlar elbette toplumsal hayatı daha barışçıl ve müreffeh bir geleceğe taşıyacaklardır. Mısır gibi din, mezhep, kültürel olaylar çok renkli olan bir ülkede iktidara talip olanların demokrasi ve hukukun üstünlüğüne saygılı olması elzemdir. Toplumun her kesiminin hissiyatına saygı gösterilmesi, hiçbir kesimin ezilmemesi, taleplerine kulak verilmesi ülkenin huzur ve sükûneti adına vazgeçilmez prensiplerdir” demektedir. Yani İhvan böyle davranmamış, insanları ezmiş, o yüzden ordu İhvan’a karşı darbe yapmış demek istemektedir. 5000 kişiyi öldürenlere karşı, bir rahmet okumadıkları kaldı. İhvan’ı diktatörlük yapmakla suçluyor. Hâlbuki böyle bir şey yok. Zaten İhvan başa geçtikten bir sene sonra darbe yapıldı. Başa geçer geçmez diktatörlük mü yapacak? İhvan kaç kişiyi idam etti. Resmen İhvan’ı darbe ile devirdiler. Demokrasiyi yine onlar çiğnediler.
Bundan 10 sene öncesinde yine bir gazeteye verdiği röportajında Filistin sorununun temeli hakkında soru sorduklarında Filistinli silah tüccarlarının silahlarını satabilmek için olayları tahrik ettiğini, İsrail’in işgal ve zulmünün sebebinin bunlardan kaynaklandığını söylemişti.* Bunu İsrailliler bile bu kadar net söylemez. Şimdi Mısır meselesinde de darbecileri kınamıyor, lanetlemiyor, İhvan’ı suçluyor. Kıymetli kardeşlerim, İhvan kimseyi ezmedi! Darbecileri destekliyorlarsa açıkça ‘biz onları destekliyoruz,’ ‘ihvandan da nefret ediyoruz’ desinler olsun bitsin. Bunların düşmanı bir İran bir de İhvan. Hem İhvan’ı hem de İran’ı sevmemelerin ortak nedeni; İslam devletini isteyenlere duydukları nefrettir. İşte tenkit edenler bunları tenkit etmelidirler. Eğer hâlâ asıl üzerinde durulması gereken hatalar üzerinde durmuyorlarsa, biz hata ettik deseler de kabulümüz değildir. İslam’ı ılımlı hale getirip laikleştirmek bir hataydı, dinler arası diyalog bir hataydı, Türkçe olimpiyatları bir hataydı, İsrail ve Amerika ile dostluk kurmak büyük bir hataydı. Bunları tenkit etmeyip daha önemsiz hatalardan bahsetmek, asıl hataları örtbas etmektir. Bunları söylemez iseniz ne derseniz deyin kabulümüz değildir.”


Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı-5


Bize en doğru hareket metodunu göstererek yanlış yapmaktan koruyan ve en kısa yoldan başarıya ulaşmanın yollarını gösteren Allah’a hamd; Allah’ın yönlendirmelerine teslimiyet gösterip mücadele ederek kısa zamanda büyük zaferlere ulaşan Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e salat-u selam; şanlı Nebi’nin sancağını yeniden dalgalandırmanın mücadelesini veren kardeşlerime selam ile.
   Geçen sayıda Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de sokağa dökülen, sonra da silahlı mücadeleye başlayan halkın ve onları bu yola sevk edenlerin düşünmedikleri noktalara temas etmiş ve böyle bir hareket yerine ‘Önce neler yapılmalıydı?’ konusuna başlamıştım. Özetle;
 1- Öncelikle büyük ve sağlam bir cemaatin oluşmuş olması gerekirdi. Böyle bir cemaatte;
a- Ehliyet ve cesaret sahibi lider,
b- Ehliyet ve cesaret sahibi aynı zamanda disiplinli ve itaatkâr kadrolar,      
c- Cesaret ve disiplin sahibi, cemaate itaat kabiliyeti kazanmış milyonlarca insandan oluşan bir kitle
d- Böyle kitleleri sevk ve idare edebilmek için gerekli sistem ve teşkilat yapısı,
e- Bunlara ilaveten hem lider, hem kadro ve hem de cemaatin fertlerinin tamamına yakınında hedefin doğruluğuna, ulaşılabilir olduğuna ve ulaşılmasının bir zaruret olduğuna kuvvetli bir inanç ya da imanın oluşmuş olması.
2- Bir taraftan bu şartları taşıyan bir cemaat meydana getirilirken bir taraftan da uzun yıllar sabırla tebliğ ve eğitim çalışmaları yapılmalı ve milyonlarca insan eğitilmeliydi. Çünkü Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem tebliğ edilmemiş insanlara savaş açılmasını yasaklamıştır. İnsanların düşünmeleri ve tercihte bulunmaları için tebliğ etmek ve süre tanımak bir zorunluluktur. Tebliğ yapılacak ve silaha sarılınmayacak olduğu gibi dik durulacak ve taviz de verilmeyecektir. İşte bunlar nebevî metodun temellerindendir. Suriye’de bu hareket başlatılırken bunlara uyulmamıştır. Bunların dışında dikkate alınması gereken daha birçok stratejik nokta vardı. Hiçbiri dikkate alınmadı. Dikkate alınması gereken diğer hususlarla konuya devam ediyorum:
3- Birinci maddede belirtilen şartlara sahip bir cemaat teşekkül etmiş olsa ve ikinci maddede anlatılan kitlelere tebliğ yapılması şartı yerine getirilmiş olsa bile sokağa çıkmadan evvel halk desteğinin sonuna kadar devam edip etmeyeceği hesaba katılmalıydı. Bu da halkın sağlam bir şekilde eğitilmesine, cemaatine ve liderine tam güvenmesine bağlıdır.
Halk desteği zalim iktidarları devirme aşamasında lazım olduğu gibi hedefe varıldıktan, zafere ulaşıldıktan sonra da gereklidir. Çünkü yapılan bu halk devriminden rahatsız olan devrimin iç ve dış düşmanları boş durmayacak ve devrimi başarısız kılmak için ellerinden geleni yapacaklardır. Hatta bazı devletler devrim yapan halklara ambargo koyacak, onları ve devrimlerini boğmaya çalışacaklardır. İran’da 1979’da gerçekleştirilen ve milyonların katıldığı bir halk devriminden sonra bugüne kadar geçen 34 sene boyunca İran devletine ve halkına ambargo uygulanmadı mı? Yıllarca devrim karşıtları desteklenmedi mi? Ambargo, fitne ve her türlü entrikadan başka hatta Irak devletinin İran’a savaş açmasını sağlamadılar mı? Amerika tarafından ğayri meşru bir yolla iktidara getirilen Saddam Hüseyin 8 sene İran’la savaşıp kendi devletine de İran’a da büyük zararlar vermedi mi? İran devrimini gerçekleştirenler medreselerde yüz binlerce talebeyi yetiştirmemiş, bunların her birini disiplinli, itaatkâr ve fedakâr hale getirmemiş ve bu talebe ve hocalarla milyonları eğitmemiş olsalardı bu kadar ambargolara, fitnelere ve iç karışıklara karşı koyabilirler miydi? İşte bunun için cemaat, tebliğ ve eğitim lazım.
      Suriye’de hesapsızca başlatılan ve büyük bir siyasi hata olan bu hareketin bir an için başarılı olduğunu düşünsek bile sonrasında Rusya, İran, Irak, Lübnan ve Çin tarafından ambargo uygulandığında cemaatsiz ve eğitimsiz bu halk ambargolara rağmen devrimi desteklemeye devam edebilecek mi? Kıtlığa ve kuyruklara razı olabilecek mi? Hele bu devletlerden biri veya ikisi saldırıya geçerse durum ne olacak? Eğitimsiz halk bütün bunlara ne kadar dayanabilir? Bugün zalim iktidara karşı savaşırken bile birlik beraberlik içinde olmayan ve bazen rejimle savaşmayı bırakıp birbirleriyle savaşan yaklaşık 1500 silahlı örgüt, devrimden sonra birbirleriyle iktidar mücadelesine girmeyecekler mi? Birbirleriyle savaşan ve savaşacak olan bu örgütleri halkın desteklemesi mümkün mü?
 Suriye halkı olaylar başladığı andan itibaren ekseriyetle bu hareketi desteklemedi ve çatışma bölgelerinde yaşayanlar ya başka şehirlere ya da başka devletlere gitmeye başladı ve bu göç her gün artarak devam ediyor. Gerek Suriye’de kalanlar gerekse başka devletlere göç edenler hepsi de çok zor şartlar altında yaşam mücadelesi veriyorlar. Yiyecek ekmek ve kalacak küçük bir ev bulamıyorlar. Türkiye Devleti’nin hazırladığı çadırlar doldu taştı ve artık kimseyi kabul etmiyorlar. Suriye halkı olaylar başladıktan birkaç ay sonra usanmaya ve eski günleri özlemeye başladı. Bu mevcut iktidardan razı olduğundan değildi elbette. Bu kadar hesapsızca başlatılan, bölük pörçük ve başıboş bir hareket bırakın Suriye halkı gibi cemaatsiz ve eğitimsiz bir halkı, eğitimli bir halkı bile usandırır ve eski günleri arar hale getirir. Bugün gelinen durum aynen budur. Büyük hatanın bedeli de büyük olmuştur.
4- Suriye’de bu olaylar başlatılırken düşünülmeyen diğer bir nokta da zalim iktidarın devrilmesinden sonra nasıl bir düzenin ve kimlerin iktidara geleceği idi. Muhaliflerin düşündüğü tek husus zalim düzenden ve zalim reisten bir an evvel kurtulmaktı. Hâlbuki gelenin gideni aratma ihtimali her zaman vardır ve bu ihtimal daima hesaba katılmalıdır.
Ayrıca bu sahte ve kanlı Arap baharını başlatan perde arkasındaki tahrikçi güçlerin muhalif ve mazlum halkı kullanıp, onların eliyle sahte bir devrim gerçekleştirip yine kendine bağlı kadroları işbaşına getireceği ve bizim açımızdan bir şeyin değişmeyeceği ihtimali hep göz önünde tutulmalıdır. Bunu neden yapsınlar? denilebilir. Yaklaşık 90 yıldır diktatör sistemlerin baskısı altında bunalan halkların gazını almak için yaparlar. Bugün bu sahte devrimi yaptırmazlarsa halkın 20-30 sene sonra gerçek devrimi yapacağını anladıkları zaman yaparlar. Mevcut iktidar emperyalist süper güçlerin bazı isteklerini yerine getirmemeye başladığı zaman yaparlar. O diktatörleri ve zalim düzenlerini yıllarca destekledikleri gerçeğini örtbas etmek için onların aleyhinde bu hareketleri başlatırlar ve muhalifleri desteklerler. Böylece o zalimlerin destekçisi olduklarını mazlum halklara unutturdukları gibi yeni kurulacak düzenin başına kimlerin getirileceği konusunda da söz sahibi olurlar ve hatta yeni düzeni ve kadrosunu tayin edebilirler.
Onlar bu ve buna benzer başka sebeplerle böyle hareketleri başlatabilir veya destekleyebilirlerse de biz Müslümanlar olarak olaya nasıl bakmalıydık?  Cemaatsiz, plânsız ve kontrolsüz bu hareketin bir an için başarılı olduğunu ve zalim düzenin yıkıldığını kabul etsek bile ondan sonrasını düşündük mü? Hayır.
Cemaatsiz ve eğitimsiz bu silahlı grupların bir İslâm devleti kurmalarının mümkün olmadığı açıktır.  Bu silahlı gruplar şimdiden birbirleriyle savaşmaktadır ve hiçbirinin devlet idare edebilecek ne bir kadrosu ne bir entellektüel birikimi ne de bir devlet tecrübesi vardır. O halde başkalarının müdahale edeceği ve yönlendireceği şimdiden bellidir. Gerek süper güçlerin ve gerekse komşu devletlerin Suriye’de oluşacak yeni düzene müdahale etmeme ihtimalleri yoktur. Çünkü dünya küçülmüştür ve her yeni oluşum birçok devleti askeri, siyasi ve ekonomik açıdan yakından ilgilendirmektedir.
 Madem mevcut düzen yıkılsa bile bu savaşan Müslüman gurupların istediği bir düzenin kurulma şansı yoktur o halde ne için savaşmaktadırlar? Başkalarının projelerini gerçekleştirmek için mi? Mevcut düzenin yıkılmasından sonra kimler iktidara gelecekse bırakalım onlar savaşsınlar. Bu hareketin sonunda eğer biraz daha fikir ve inanç özgürlüğünün olduğu bir Suriye meydana gelirse oranın Müslüman muhalifleri bu ortamdan istifa edip çalışmalarını kuvvetlendirmeli, cemaatleşmeli, eğitim çalışmaları yapmalı ve halklarının İslam medeniyetini ister hale gelmesini sağlamalıdırlar. Yani gerçek bir devrim ve gerçek bir İslam medeniyetini isteyenler sonunda İslam medeniyetinin kurulmayacağı bu savaşta ölmemelidirler. Onlar sonra lazımdırlar. Bu kargaşa bittikten sonra asıl çalışmaya başlayacaklardır.
Müslümanların kanı akacaksa başkalarının projeleri ve iktidarları için değil Allah için ve İslam medeniyetini kurabilmek için akmalıdır. Akan kanları ümmet çınarını güçlendirmelidir. Müslümanlar sadece birinci adımı değil sonraki adımları da düşünecek seviyeye gelmelidirler. Sadece ölmeyi değil siyaset ve stratejiyi de öğrenmelidirler. Konuya devam etmek dileğiyle Allah’a emanet olun.


Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı-4


Bizi zafere götürecek metod ve stratejiyi gösteren Allah’a hamd; bu metodu en güzel şekilde uygulayarak zafere ulaştıran Rasulüne salât-u selam; ümmetin kurtuluşu için mücadele veren kardeşlerime selam olsun.
Kasım sayısında 30 yıldır Ortadoğu’da diktatörlükler kuran entrikacı ve zalim batılı güçlerin son birkaç yıldır Büyük Ortadoğu Projesi’nin ikinci basamağına geçtiklerini ve bölge ülkelerinde iç savaşlar başlattıklarını ifade etmiştim. Ortadoğu halklarını özgürlük ve demokrasi yalanı ile sokağa dökenlerin gerçek niyetlerini ve hedeflerini maddeler halinde açıklamıştım. Bu sayıda ise Libya, Suriye ve Mısır gibi ülkelerde sokağa çıkmadan evvel neler hesaplanmalıydı konusuna temas edeceğimi ifade etmiştim. Ona başlayalım;
Haberleri takip edenlerin hatırlayacağı üzere Ortadoğu’da başlayan halk hareketleri Tunus ve Mısır’da çok kanlı olmamış olsa da özellikle Libya ve Suriye’de iç savaş boyutuna ulaşmış ve on binlerce insanın kanı akmıştır. Bu ülkeler neredeyse tamamen harap olmuş ve 40-50 senede kendilerini maddi-manevi toparlayamayacak hale gelmiştir. Özellikle Suriye’de bu yıkım çok daha fazla olmuş ve şu ana kadar yaklaşık 150 bin insan ölmüş, 5-6 milyon insan evini barkını terk etmek ve perişan bir hayat sürmek zorunda kalmıştır. Bütün bunlara rağmen dış desteğe sahip olan zalim iktidara karşı hiçbir sonuç alınamamıştır. Halk savaştan bıkmış ve muhaliflere olan iç ve dış destek epeyce azalmıştır. Görünen odur ki muhalifler gitgide yalnızlığa terk edilmekte hatta haberlerde onlardan artık pek bahsedilmemektedir.
Muhaliflere destek sözü verip onları sokağa dökenler zalim iktidarın gücünü, alabileceği dış desteği, Avrupa ve Amerika’nın muhaliflere ciddi bir destek vermeyeceğini hatta onları satabileceklerini, onların demokrasi isteklerinin yalan olduğunu ve gerçekte başka hesaplar peşinde olduklarını, böylesi diktatörleri gerçekte onların getirdiğini ve mevcut zalim gitse bile onun yerine onun gibi bir başkasını getireceklerini düşünmediler. Aynı zamanda muhaliflerin ağır silahlarının olmadığını ve olamayacağını, birlik beraberlik içinde olmadıklarını ve olamayacaklarını, askeri ve siyasi bilgi ve stratejiye sahip olmadıklarını ve olamayacaklarını, hiçbir eğitimlerinin ve tecrübelerinin olmadığını, bu halleriyle yeterince askeri, maddi ve istihbarat desteği olmadan koca bir orduya karşı koymalarının mümkün olmadığını ve olamayacağını, bu hareketin sonuçta yüzbinlerce kayıp vererek bitmek zorunda kalabileceğini hesaba katmadılar. Bunları Suriyeli muhaliflerin düşünememesi normal karşılanabilirse de Türk Hükümetinin ve siyasilerin düşünememesi kabul edilemez. Zalimin karşısında olmak, mazluma yardım etmek elbette doğru ancak hesapsız atılacak adımlar ile zalime değil mazlumlara zarar verilir. Öyle de olmuştur ve Suriye halkı bugün dünyanın en kötü durumunda olan halkı durumuna gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti iyi niyetle Ortadoğu’daki diktatörlüklerin yıkılmasını ve Müslüman halkların biraz daha özgürleşmesini istiyor olabilir. Bunun için bu halk hareketlerini destekleyerek risk alıyor da olabilir. Ancak şu bir gerçek ki kendi aldığı riskten çok daha fazla Suriye halkını riske atmıştır. Daha önce de Amerika, Irak’ı işgal ettiğinde hükümet yine aynı gerekçeyle Saddam gibi bir zalimden Irak halkının kurtulması ve özgürlüğüne kavuşması için emperyalist, zalim ve dünyanın en büyük yalanlarını söyleyerek zayıf ülkelere saldırıya geçen Amerika’yı desteklemişti. Sonuç ne oldu? 1.5 milyon şehit, yerle bir olmuş bir devlet, Amerikalı askerler tarafından namusları kirletilen on binlerce Iraklı Müslüman kadın, neredeyse bölünmüş diyebileceğimiz bir toplum, her gün patlayan bombalarla günde yüz civarında insanın ölmeye devam ettiği ve mezhep çatışmalarının fitilinin ateşlendiği bir Irak… Tek kelimeyle maddi-manevi enkaza dönmüş bir ülke. Belli ki böyle olacağı düşünülemedi. Saddam gibi diktatörleri İran’a karşı savaşsın diye aslında Amerika’nın getirdiği de unutuldu. Amerika’nın derdinin ne Saddam ne de kimyasal silahlar olmadığı ve kendince İslam’ı ve Müslümanları dönüştürmek, ılımlı hale getirmek ve Ortadoğu’daki etkisini artırmak olduğu da anlaşılmadı. Amerika’nın gerçek niyetini ve projesini bize söylemeyeceği ve sözüne güvenilmez bir devlet olduğu da düşünülmedi ve Irak’a demokrasi geleceği hayalleriyle büyük emperyalist desteklendi.
Türk Hükümeti az ve de güvenilir olmayan bilgilerle büyük kararlara imza atmış, bunu aktif dış politika zannetmiş ve telafisi mümkün olmayan büyük hatalar yapmıştır. Bu arada tüm komşu devletlerle ilişkileri bozulmuştur. Kendini olduğundan daha güçlü zannetmesi sağlanmış ve Türkiye bölgede büyük rollere soyunsun böylece Amerika tarafından maşa olarak kullanılabilsin diye pohpohlanmıştır. Sahte ve hiçbir geçerliği olmayan abi rolü verilmiş ve siyasi kararları verenleri böylelikle aldatmışlardır.
Gerek Suriye muhaliflerini destekleyen, sokağa çıkmaları için teşvik eden, onlara açık ve gizli yardımlarda bulunan, onları örgütleyen, Türkiye’de toplantılar düzenlemelerini ve sürgünde bir hükümet kurmalarını sağlayan Türk Hükümeti ve gerekse Suriye halkından rejim muhalifleri bu hareketi başlatmadan evvel neleri hesaba katmalıydılar? Böyle bir halk hareketi hangi şartlar gerçekleştikten sonra başlatılabilirdi?
1. Öncelikle şunlara sahip bir cemaatin oluşmuş olması gerekirdi;
a- Ehliyet ve cesaret sahibi lider
b- Ehliyet ve cesaret sahibi aynı zamanda disiplinli ve itaatkar kadrolar
c- Cesaret ve disiplin sahibi, cemaate  itaat kabiliyeti kazanmış milyonlarca insandan oluşan bir kitle
d- Böyle kitleleri sevk ve idare edebilmek için gerekli sistem ve teşkilat yapısı. Bunlara ilaveten hem lider, hem kadro ve hem de cemaatin fertlerinin tamamına yakınında hedefin doğruluğuna, ulaşılabilir olduğuna ve ulaşılmasının bir zaruret olduğuna kuvvetli bir inanç ya da iman.
Suriye ve Libya’da bunlardan eser bile yoktu. Suriye’de 1982’de Beşşar Esed’in zalim babasının gerçekleştirdiği Hama kenti ve civarındaki katliamlar sonucunda 50-60 bin civarında Müslüman şehid edilmiş ve var olan İslami çalışmalar da tamamen bitirilmişti. O günden beri Suriye’de halkın gözü korkmuş ve hiçbir İslami faaliyet yapamaz olmuştu. Gerçek İslam’ı öğreten tüm kitaplar yasaklanmıştı. 4-5 kişi bir evde bir araya gelemiyordu. Bunlardan dolayı Suriye halkı İslam’ı bilmeyen, cemaat çalışması yapmayan ve hizmet tecrübesi olmayan bir halk durumuna gelmişti.
Suriye halkı bu olaylardan bir yıl öncesine kadar Beşşar Esed’i alkışlayan ve ona oy veren bir halk değil miydi? Böyle bir halkı sokağa dökmeden önce orada güçlü bir cemaatin, güçlü bir liderliğin, güçlü ve tecrübeli bir kadronun, sağlam bir eğitim sisteminin, sağlam bir teşkilat yapısının ve kurumlarının oluşması gerekmez miydi? Diğer şartlar gerçekleşse bile sadece disiplin şartı gerçekleşmediğinde hareket başladıktan sonra kontrolden çıkacaktır. Suriye’de olan tam da budur, tam bir kontrolsüzlük ve kargaşadır. Birbirinden kopuk hatta bazen birbirleriyle savaşan 1500’e yakın silahlı örgüt oluşmuştur. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in Mekke’de silahlı cihadı başlatmamasının bir sebebi de yukarıda söylenen özelliklere sahip bir kadro ve kitlenin oluşması, Müslümanların zulme karşı Allah için sabretmeyi, liderden emrin gelmesini beklemeyi ve lidere itaat etmeyi öğrenmesi idi.
2. Böyle bir cemaat teşekkül ettikten sonra yıllarca tebliğ ve eğitim çalışmaları yapılmalı ve geniş kitlelere İslam götürülmeliydi. Böylece İslam’ın hakimiyetini isteyenler ve bu uğurda mücadele edenler de neyi istediklerini bilerek isteyecekler, İslam’a düşman olanlar da neyi reddettiklerini bilerek reddedeceklerdi. Bu şekilde herkes bilerek bir tercihte bulunacak ve saflar ayrılacaktı. Kur’an-ı Kerim saflar ayrıldıktan sonra Müslümanlara Allah’ın yardımının, kafirlere ise Allah’ın azabının geldiğini belirtir. Bu, Sünnetullah’tır ve değişmez. Tebliğ yapılmadan Allah Müslümanlara yardım, kafirlere ise azap etmeyecektir. Allah’ın yardımının gelmesi safların ayrılmasına, safların ayrılması ise İslam cemaatinin ve davetçilerinin Tevhid’i anlatmasına bağlıdır. Tevhid anlatıldığında ve “Allah’tan başka ilahın yani itaat edilecek bir makamın olmadığı, Allah’ın dünyasında O’nun dediğinin olması gerektiği ve O’ndan daha iyi bilenin olamayacağı, aynı zamanda dediğinin olmasının O’nun hakkı olduğu” açıkça ortaya konulduğunda bir kısım insanlar kabul edecek, bir kısmı ise reddedecek ve saflar ayrılmış olacaktır. Böylece reddedenler bizi değil; Allah’ı ve Tevhid’i reddetmiş olacak ve bizimle değil; Allah ile karşı karşıya gelmiş olacaklardır. İş bu noktaya geldikten sonra Allah’ın yardımı gelecektir.
İslam’ın ve Tevhid’in öğretilmediği bir toplumda birden bire silaha sarılmak ve devrim yapmak istemek hem siyaseten hem de İslam Fıkhı açısından doğru değildir. 1. maddede belirttiğimiz gibi Hz. Peygamber Mekke’de silaha sarılmış mıdır? Hayır. Neden? Sebep çoktur. Sayının ve gücün yetersizliği bir sebep olsa da ondan çok daha önemlisi tebliğ edebilmek, anlamalarını sağlamak ve yarınlarda iman edecek olan kimseleri bugünden öldürmemek ya da karşımıza almamak içindi. Onların anlamaları ve düşünmeleri için mühlet vermek içindi.  Ayrıca Mekke’de daha hakkıyla tebliğ yapılmadan silaha sarılınmış olsaydı, müşrikler İslam’ı ve Müslümanları fitneci, katil, akrabaları birbirine düşman eden bölücüler olarak göreceklerdi. Daha başka sebepler saymak da mümkün. Allah Azze ve Celle bu gibi sebeplerden dolayı Mekke’de sabrı emretmiş ve silaha sarılmaya izin vermemiştir. Taviz vermeye izin vermediği gibi. Bu iki yönlü ve dengeli strateji ile yani hem saldırmamıza hem de taviz vermemize izin vermeyerek bizi başarıya ve zafere götürmüştür. Saldırmamıza izin vermeyerek hem hareketi altından kalkamayacağı hatalar yapmaktan ve yok olmaktan korumuş hem tebliğin önünü tıkamamış ve tebliğe devam edilebilmiş hem Müslümanlara sabretmeyi öğretmiş ve onları olgunlaştırmış hem liderden emir gelmeden harekete geçmemeyi öğretmiş hem kâfirlerin mazlum durumdaki Müslümanları görüp kalplerinin yumuşamasını sağlamış hem de İslam’ın rahmet dini olduğu, öldürmeye değil tebliğ ile diriltmeye geldiği anlatılmıştır. Taviz vermemize de izin vermeyerek hareketi bozulmaktan, şahsiyetsizleşmekten, bukalemun gibi renkten renge girmekten korumuştur. Bu metod sayesinde Ebu Bekir’ler, Ömer’ler… yetişmiştir.
Bu nebevî metod ışığında ve bu gözle Suriye’ye bakıldığında büyük yanlışlar yapıldığı anlaşılacaktır. Küçük bir takım gayretleri saymazsak Suriye’de tebliğ çalışmaları yaklaşık 30 yıldır terkedilmiş ve Suriye halkına İslam ve Tevhid öğretilmemiştir. Sonra da böyle bir halk silahlı mücadeleye teşvik edilmiştir. Büyük bir kumar oynanmış ve bu kumar kaybedilmiştir. Vahyin gösterdiği metod ve strateji terkedilir, akıl ön plana alınır ve Amerika’nın yönlendirmesiyle davranılırsa böyle telafisi imkânsız hatalardan korunmak mümkün olmayacaktır. Konuya devam etmek temennisiyle… Allah’a emanet olun.


Ortadoğu Gerçeği ve Ümmetimizin Doğum Sancısı-3


Bizi yeryüzünün en şereflisi olarak yaratan ve yol gösteren Allah’a  hamd; insanları uyandırmak ve kölelikten kurtarmak için mücadele eden çilekeş peygambere salât-u selam; bu zamanda İslâm davasını omuzlayan kardeşlerime selam ile başlıyorum.
Geçen sayıda batılı ve batıcı güçlerin Ortadoğu’da neden diktatörlükler kurduklarını ve bu diktatörleri neden desteklediklerini birkaç madde ile açıklamış, bu güçlerin şimdi neden strateji değiştirerek Ortadoğu’da demokrasi istiyorlarmış gibi davrandıklarını ve neden halkları sokağa döktüklerini açıklamaya başlayacağımı ifade etmiştim. Şimdi ona başlayalım:
Bilindiği üzere Büyük Ortadoğu Projesi, 11 Eylül saldırısı bahane edilerek başlatılmış, Afganistan ve Irak’ın işgali ile milyonlarca masum Müslüman şehit edilmiştir. Bu zulüm ve kargaşa dönemi hâlâ sürmekte ve her gün yüzlerce Müslüman’ın şehid olmasına sebep olan olaylar devam etmektedir. Bu lanetli projenin ilk basamağının, işgal ve öldürme ile hem Ortadoğu halklarının yani Müslümanların gözünü korkutmak hem de özellikle Afganistan ve Irak’a kendilerince yeniden çeki-düzen vermek ve istedikleri sistemi ve idarecileri bu ülkelerde işbaşına getirmek olduğu açıktır.
Yaklaşık 3 yıldır ise projenin ikinci basamağına geçilmiş ve Ortadoğu halkları sokağa dökülmüştür. Libya, Tunus, Mısır ve Suriye’de halklar ‘özgürlük’ diyerek eylemlere başlamış, Libya ve Suriye’de silaha sarılmıştır. Olaylar dikkatle gözlemlendiğinde bu olayların tabii bir şekilde gelişmediği, bir yerden düğmeye basıldığı, bu olayların Büyük Ortadoğu Projesinin devamı ve yeni bir safhası olduğu anlaşılacaktır. Sokağa dökülen halklar bu olaylardan bir iki sene öncesine kadar bu diktatörleri destekliyor ve onlara oy veriyordu. Bir kısmı severek, bir kısmı ise korkarak… Ne oldu da birdenbire sevenler sevmez, korkanlar da korkmaz oluverdi?
Büyük kitlelerin bir sene içerisinde silahlı mücadeleye başlayacak kadar bilinçlenmeleri mümkün olmadığına göre bu olaylar nasıl başladı? Halklar nasıl sokağa döküldü? Bugüne kadar o zalim diktatörlerinden korkanlar kimden ve nasıl bir güvence aldılar ki bu hareketi başlatabildiler? 100 yıldır sindirilmiş ve gözü korkutulmuş bir halkın güvence ve destek sözü olmadan, cemaatsiz, lidersiz, kadrosuz, eğitimsiz ve plansız bir şekilde koca bir orduya, tanklara, helikopter ve uçaklara karşı harekete geçtiğine inanmak mümkün müdür? Birçok Ortadoğu ülkesinden bu çatışma bölgelerine götürülen gençler kimler tarafından ve nasıl götürülmektedir? Bu işler istihbarat örgütleri olmadan olabilir mi? Suriye ve Libya gibi devletlerde başlayan bu hareketler neden Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri gibi diğer krallık ve diktatörlüklerde başlamadı? Yoksa buralarda demokrasi mi vardı? Buralarda başlamadı yani başlatılmadı. Çünkü bu kralların Amerika ile arası iyidir ve bunlar Amerika’nın ricasını bile emir telakki eden diktatörlerdir.
Bu sözlerim aslında Ortadoğu halklarının krallarından razı olduğu ama birilerinin gelip onları kışkırttığı manasında anlaşılmamalıdır. Söylenmek istenen bu zalimlere karşı daha önce harekete geçemeyen, konuşamayan ve kımıldayamayan halklar nasıl oldu da birdenbire silahlı mücadeleyi göze alacak hale geldiler? Suudi Arabistan, Katar ve Ürdün gibi devletler kendileri de krallık olmalarına rağmen neden ve kimin emriyle muhalifleri desteklemekte, gizli ve açık oluk gibi para akıtmaktadırlar? Aynı devletler neden Mısır muhaliflerini yani İhvânı Müslimîn’i desteklememekte hatta İhvâna ve seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı darbe yapan ve sonra da binlerce Müslümanı şehid eden zalim darbecileri desteklemektedirler?
Bütün bu soruların cevapları düşünüldüğünde bu kadar büyük olayların kendi kendine başlamadığı ve başlayamayacağı, bunların büyük bir planın parçası olduğu anlaşılacaktır. Ayrıca 2003 yılında Amerika Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın: “22 ülkede rejimi değiştireceğiz.” sözlerini hatırlarsak olan olayların perde arkasını anlamak daha da kolaylaşacaktır. Bu diktatörlükleri 100 yıldır bölge insanının başına bela eden, Ortadoğu’da krallıklarla kendi menfaatlerini daha iyi koruyan Avrupa ve Amerika’nın hedefi demokrasi ve bölge halklarının özgürlüğü olmadığına göre o halde bu olayları başlatırken hedefleri ne olabilir?
Büyük Ortadoğu Projesinin birinci aşamasında Afganistan ve Irak’ın işgali ile ve öldürdüğü milyonlarca insan sebebiyle çok tepki toplayan ve prestij kaybına uğrayan aynı zamanda çok para ve asker kaybeden Amerika, bundan gerekli dersi çıkarıp projenin 2. aşamasında bölgede iç savaşlar çıkarmayı planlamıştır. Bu strateji ile şunları hedeflemektedir. Maddeler halinde özetlersek: 
1. Birinci Dünya Savaşı’ndaki büyük yıkımdan sonra yüzyıldır zorluklarla meydana getirilmiş olan maddî varlıklarımızın ve ülkelerin alt yapılarının yok edilmesi, bu ülkelerin tamamen enkaza dönüştürülmesi. Böylece İslâm âleminin 70-80 yıl geriye götürülmesi,
2.   İç savaşla yüz binlerce insanın öldürülmesi ve Müslüman nüfusun artmasının engellenmesi,
3. Hem ülke içinde hem de ülkeler arasında uzun yıllar sürebilecek kavga ve fitnelerin başlatılması, araya kan girmesi ve kardeşliğin bozulması
4. Enkaza ve harabeye dönüştürülmüş bu ülkelerin inşası için kendi inşaat firmalarına iş çıkartılması, yeni sömürü kapıları açılması,
5. Kademe kademe Ortadoğu’nun değişik yerlerinde çatışma bölgeleri meydana getirerek samimi, sancılı ama siyaset ve strateji bilmeyen, olayların perde arkasındaki gerçek aktörleri göremeyen binlerce radikal Müslüman gencin özellikle çevre ülkelerden o çatışma bölgelerine çekilmesi ve onların orada yok edilmesi. Böylece bu radikal ve cihad taraftarı gençlerden o diktatör sistemlerin eliyle kurtulunması,
6. İç savaş başlatılan ülkelerde 70-80 yıldır zorla oluşturulmuş cemaatlerin ve yetişmiş kadroların hazırlıksız bir şekilde iç savaşa çekilmesi ve bitirilmesi. Yani Müslümanların erken doğuma zorlanması. Çocuğun anne karnında sağlıklı bir şekilde büyümesini ve vaktinde doğmasını istemeyen, bunu kendileri için tehlikeli görenler, anneye sunî sancı iğnesi vurur, sunî olarak sancılanmasını ve erken doğum yapmasını sağlar. Böylece doğan çocuk ya ölecek ya da çok hastalıklı ve problemli olacaktır. Ortadoğu’da Müslüman cemaatlere yapılmak istenen ve yapılan budur.
7. İç savaş başlatılan ülkelerde silahlanma ihtiyacının doğması, Amerika ve Rusya gibi silah üreticisi devletlerin buralara komşu devletler vasıtasıyla silah sevkiyatı yapması. Rejime yapılacak silah satışlarının ücretini devlet, muhalif gruplara yapılacak silah sevkiyatının parasını ise projenin içinde yer alan petrol zengini devletler mesela; Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler karşılayacaktır.  Bu arada bölge devletlerinde bir korku başlayacak ve silahlanma yarışına gireceklerdir. Böylece silah üreticisi Amerika ve Rusya bu ülkelere modası geçmiş silahlarını satabilecektir.
8. Bazı ülkelerde iç savaş çıkınca bölge ülkelerinin farklı taraflarda yer almasının sağlanması ve böylece bölge ülkelerinin de arasının bozulması. İran ile Türkiye arasında olduğu gibi… Bu açık ve gizli ihtilaf zamanla mezhepler arası çatışmalara dönüşebilecektir ve bunun olması için özellikle tekfirci gruplar her yerde desteklenmektedir. Sünni görüntüsünde ama gerçekte tekfirci olanlar Şiileri tekfir ederken, şiilerin tekfircileri de Sünnileri tekfir edecek ve birbirlerinin katlini caiz görecek hale geleceklerdir.
9. İmamsız, kadrosuz, plansız ve disiplinsiz halk hareketinin yanlışlar yapması, aralarına samimiyetsiz kimselerin hatta hırsız ve katillerin sızması, böylece ülke insanlarının Müslümanlardan ve cemaatlerden nefret etmesinin sağlanması. Bunun sonunda İslamî faaliyetler gerileyecek ve insanlar bu faaliyetlerden kaçacaktır.
10.  Başlatılan halk hareketleri ve iç savaşlarla hedeflenenlerden biri de Ortadoğu halklarının bu sahte devrimlerle aldatılıp gerçek devrimlerin engellenmesidir. Batılı güçler Ortadoğu halklarının uyanmaya başladığını, ‘Tevhid ve özgürlük’ dediklerini duymaktadırlar. Bu hareketler olgunlaşmadan, yetkin kadrolara ulaşamadan, halka yön verecek ve onları İslamî şuura ulaştıracak düzeye gelmeden harekete yön verilmek istenmekte ve hareket İslamî olmaktan çıkartılıp demokrasi taraftarı bir harekete dönüştürülmektedir. Halklara “devrim mi istiyorsunuz, alın size devrim” denilmekte ve gazları alınmak istenilmektedir. Halk, başındaki diktatörden kurtulduğunu zannedip sevinirken Irak, Libya ve Mısır’da olduğu gibi bir başka diktatör gelmekte ve bir şey değişmemektedir. Son yüzyıldır olduğu gibi Müslümanlar savaşmakta ancak idareye başkaları hâkim olmaktadır. Amerika ve Batılı devletlerin özellikle Suriye konusunda sessiz kalmaları işte bu menfaatleri elde etmek içindir.
Lidersiz, kadrosuz, eğitimsiz ve plansız bu sokak hareketleriyle bırakın İslam’ı, demokrasi bile gelmemekte ve kısa bir zamanda bu baharın sahte bir bahar, halk devriminin de sahte bir devrim olduğu ortaya çıkmaktadır. Geride yüz binlerce kayıp, enkaza dönmüş bir ülke, birbirine düşman kesilmiş ve bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir toplum bırakılmış ve hiçbir sonuca da ulaşılamamıştır. Müslümanlar bunun acısı içinde kıvranırken perde gerisinde halka göz kırparak onları sokağa dökenler saraylarında mutludurlar ve ölmeyi bilen ama siyaset ve strateji bilmeyen Müslümanlara bakarak alaylı bir şekilde tebessüm etmektedirler.
Bu olayları başlatırken bunları ve daha ötesini hedefleyen başta Amerika olmak üzere tüm batılı güçler hedeflerine ulaşırken aynı zamanda;
1. İstediği rejim değişikliklerini bölge insanının eli ile gerçekleştirmekte, kendisi saldırgan durumuna düşmemekte, böylece prestij kaybetmemekte,
2. Asker kaybetmemekte,
3. Masraf yapmamakta,
4. İç savaş başlayan ülke ve komşuları Amerika’dan yardım ve müdahale bekler hale gelmekte, böylece Amerika’nın işgalciliği ve zulmü unutulmakta hatta ‘kurtarıcı’ rolü oynayabilmektedir.
Bu yazdıklarım “diktatörlere sessiz kalınsın, zulme boyun eğilsin” manasında değil elbette. Söylenen, bu işin yolunun bu olmadığıdır. Bize göz kırpıp bizi sokağa dökenlerin hedeflerinin ne olduğudur. Siyaset ve strateji bilmeden canımızı versek de hedefimize varamayacağımızı ifade etmektir. Bütün bunlara rağmen elbette zalim ve kâfirlere karşı Allah için savaşanlar siyaseten yanlış yapsalar bile yine de şehiddirler. Ama tüm şartlarını yerine getirmeden sadece şehidler vermekle zafere ulaşılamayacağı unutulmamalıdır.
Bir sonraki sayıda ‘Libya, Suriye ve Mısır gibi ülkelerde sokağa çıkmadan evvel neler hesaplanmalıydı’ konusuyla devam etmek dileğiyle… Allah’a emanet olun.


 
Bilgi : Alparslan Kuytul | Furkan Vakfı | Öncü Nesil
Yapım Yılı © 2014. Alparslan Kuytul Hocaefendi - Tüm Hakları Saklıdır
Alparslan Kuytul Hocaefendi'nin sevenleri tarafından açılmış bir blog sayfasıdır.
Burada Hocaefendiye ait videoları izleyebilirsiniz. Resmi bir blog sayfası değildir.